Ne, Sabun mu Yapacaksınız?

2 kez şansımızı yanlış zillerden yana kullandıktan sonra, nihayet Halka Sanat’ın kapısındaydık.(tam da bu noktada boyle bir tecrube aktarımına olanak saglayan istanbul permakültür kollektifini anmak isterim) Geç kalıyor olmanın hafif endişesiyle içeri girdiğimizde, zaten geç kalanları 5-10 dakika bekleyeceğimizi öğreniyoruz ve bir koltuğa kuruluyoruz. Bu arada kah diğer insanları, kah butikte sergilenenleri incelerken, kendimizi festival filmi öncesi fuayede hissediyoruz. Bir beyaz yakalı olarak plazalarda görmeye alışık olmadığımız, ama her festival filmine gittiğimizde fuayede bizi karşılayan pastel renkli elbiseler, pantolonlar, bol bluzler; olmazsa olmaz bir şal ile bütünlenen bir giyim tarzı var malum. Her gittiğimiz Beyoğlu kültür aktivitesinde karşımıza çıkan, hem imrendiğimiz hem de dalgasını geçtiğimiz festival tipi giyim modası diyelim buna isterseniz. Atölye katılımcılarının da genel olarak bu modaya uygun giyinmesi katılımcı profili hakkında genel bir fikir vermişti doğrusu.

Atölyeye liderlik edecek Özgen önce tanışalım dediğinde, doğrusu içimden “Allah’ım 30 kişi teker teker kendini anlatacak, sıkıntıdan bayılacağız” diye geçirdim. Ne var ki, insanlar kendilerini anlattıkça tanışmanın aslında nasıl değerli bir enerji yarattığına bizzat şahit olduğumu söylemeliyim. Kimisi, daha doğrusu çoğu, kimya mühendisi, şehir planlamacısı, öğretmen ya da beyaz yakalı idi. Zeynep gibi hayatına alternatif bir yön vermeyi başarmış olanlar da yok değildi, aramızda yoga eğitmeni de deniz biyoloğu da vardı.

Peki bunca insan neden bir aradaydı? Bir sabun atölyesi için. Kendi çevrenizde sözünü ettiğinizde, size biraz soru dolu ama daha çok anlam veremeyen bakışlarla karşılık verilen bir atölye için 30 kişi toplanmıştı. Tabii, neden sabunumuzu kendimiz üretmeye çalışıyorduk ki? Markette 5 tanesi 5 TL, eğer doğal hatta “organik” istersen de parana kıyıp tanesine 5 TL vereceksin hepsi bu. Bunun için bunca zahmete girmek, gerçekten anlamsızdı. Haksız değildi insanlar, eğer tüketmekten bireysel olarak bıkmadıysan ve üretmeyi sadece parasal karşılığı olan bir şey olarak görüyorsan tabii ki.

640x480_4422yigit-ozgur-huni-karikaturleri49

İnsanlar kendilerini anlatmaya başladıklarında, şahsen öylesine mutlu oldum ki. Evet biz yalnız değildik ve sanırım Zeyneple ikili bir delilik hali yaşamıyorduk. Her hikayesini anlatan bir diğerine güç verdi, her dakika yüzler biraz daha güldü, kişilerin umutları, hayalleri adeta elle tutulur hale geldi. Evet, havalı birer meslek edinmiştik ama biz gerçekten bunu yapmak istiyor muyduk? Hatta cevabını net bir şekilde verebiliriz, istemiyorduk. Kimya mühendisleri fabrikada çalışmak, endüstri mühendisi bankada çalışmak, şehir planlamacısı inşaat şirketinde çalışmak istemiyordu. Haddini aşarak şehirde yaşamak istemediğini bile dile getirdi birçoğu, daha doğrusu çoğu. Azınlık şehirde kalıp hayatını değiştirmek istiyordu. Şu deliliğe bakar mısınız? Hem de köyde falan tarım yapmak istiyorlar, daha yaşın kaç ki senin? Şehirde doğmuş, ellerini hiçbir şeye dokundurmamış bu gençler köyde ne yapabilirdi ki?

İşte biz şehirde doğan ve büyüyen nesil olarak çok sıkıldık. Hiçbir şey üretmemekten, daha doğrusu bilgisayar başında saçma sapan geçirilen zamanların ve plazalardaki ne için yapıldığı belli olmayan toplantıların üretmek olarak önümüze getirilmesine ise hiç tahammülümüz yok. Kendi sabununu yapmaya anlam verilmediği, şehirden kaçma fikrinin önce romantik bir hayal olarak pohpohlandığı ama iş ciddileşince delilik olarak görüldüğü, başka birine hizmet etmenin, sanki beyaz yakalı olarak hizmet etmiyormuşuz gibi, aşağılandığı bir düzen, bir çevre artık bize dar geliyor.

Gençler mutsuz, kimse yaptığı işi sevmiyor. Sadece mecbur olduğu ve bir alternatif üretemediği için yapıyor. Bunu farketmek için 30 kişilik grubun kendini anlatmasına da gerek yok halbuki. İş yerinize bir bakın, kaç kişi mutlu ya da yaptığı işi seviyor? Sadece mutsuzluklarını düzenin kendisinde değil de, işyerinde, yöneticilerinde, aldıkları parada, kaldıkları mesaide arıyorlar. Zaten bu kadar çok insanın ne olduğu anlaşılamayan plaza işlerini sevmesini beklemek çok komik olurdu, dünyada bu kadar farklı iş varken. Gruptan biri kendini anlatırken şu cümleyi kurdu ve beni çok etkiledi: “ Ben 2 yıl önce atıldım, iyi ki de atılmışım. İnsan plazada çalışırken tam anlamıyla bir akvaryumda buluyor kendini ve bunun dışına çıkmayı kesinlikle düşünemiyor bile.”  Bizi daha çocukken ve meslek seçerken bu akvaryuma koyuyorlar ve tüm seçimleri akvaryumun içinde yapıyorsun, aslında neyin içinde olduğunu bilemeden. Sanırım bizim şu an tek yaptığımız, bizi sınırlayan camdan duvarları fark etmiş olmamız.

Kimi şehirde yaşamak ister, kimi kırda. Kimi mühendis olmayı gerçekten ister, kimi ise çiftçi olmayı. Herkesin kırsalda çiftçilik yapmasını beklemek değil yaptığımız, sadece aslında üretiyormuş gibi hissettirip hem kendimizi hem de bu dünyayı tüketmemizi dayatan sisteme karşı çıkmak; en azından kendi adımıza.

Sabun yapmak mı? O hiç de zor değil, dostlardan biraz bilgi aktarımı, biraz sabır, birkaç malzeme hepsi bu. Ama üretmeye başlamak için çok güzel bir başlangıç…

Leave a comment