Yaşamak için son çıkış!!!

Tam olarak neyi beklediğimizi bilen var mıdır?

Aslında bunu hem hayattan neyi beklediğimize; hem de harekete geçmek için neyi beklediğimize yorabiliriz.

Önce harekete geçmek adına neyi beklediğimizle başlasak belki daha uygun bir akış yaratmış oluruz. Tamam o halde. Ben başlayayım.

İşe son 2 senedir metro ile gidiyorum. Daha önce Maslak olan son durak, artık Osmanbey. Sabah 9’a doğru her trenden inip yürüyen merdivene yöneldiğimde şu soruyu soruyorum kendime: Allahım bu kadar insan bu şehirde ne yapıyoruz? Soruyu kaçınılmaz kılan yürüyen merdivene aynı anda 500 kadar kişinin binmeye çalışırken oluşturduğu ve bizzat içinde bulunduğum görüntü. Herkesin tercihine saygı duyalım peki ama bu seferde şu soru geliyor: “Ben bu şehirde ne yapıyorum?”

Açıkça söylemek gerekirse, gerek devlet eliyle gerekse daha küçük organizasyonlarca ya da bireysel olarak sürekli maruz kaldığımız tehditlere karşı tetikte olmak istemiyorum, sevdiklerim için endişelenmek istemiyorum. Bununla birlikte devletin makul olmayan profilinden çıkmak adına sinmek, haksızlıklara eyvallah demek yani kesilene kadar güven içerisinde olan bir koyun olmak hiç istemiyorum. Hele sırf şehrin bize dayattığı güvenlik takıntısının kurbanı olup kapısında güvenlik olan, şehirden koca duvarlarla ayrılan adına site denilen bir kutuda yaşamak ise hiç istemiyorum. Birileri kendilerini evinde güvende hissetsin diye dışarısının daha güvensiz hale getirilmesini kabullenemiyorum. Bu yüzden şehrin içinde ya da dışında, alış verişlerini bile güvenliklerin ardında yapan şehirlilere de kızgınım, zira onların tercihleri bizim hayatımızı doğrudan etkiliyor.

Sanırım biz devlet okullarındaki orta sınıfın son temsilcileriydik nesil olarak. Okullarımız  bile ayrıldı. Şimdi çevrenizden kaç kişi çocuğunu devlet okuluna gönderiyor söyleyin? Levent’teki okullar Çeliktepe’ye, Bebek’teki okullar sadece mahallenin hizmet eden zümresine hitap ediyorsa kaybeden biz değilsek kim?

Orta sınıfın kafası rahat olsa sözüm yok ama kıçını yırtarak evine giren 10-15 bin TL’nin 3-4 bin TL’sini tek bir çocuğun eğitimine, 2-3 bin TL’yi kiraya verdikten sonra kazandığın binlerin kime hayrı var? Zaten dışarı çıkıp yediğin boktan bir yemeğe kişi başı 50 TL bırakıyorsun. Zaten içki de içiyorsan vay haline!! Her çıktığın gece için  karı koca en az 300 TL gözden çıkarmak zorundasın.  Tüm bu soygundan kaçırabilirsen ayda 2 bin TL biriktir. 10 yıl sonra 250 bin TL gibi bir paran olacak. Peki Beşiktaş’taki en boktan evi 350 bin TL’ye aldığımız varsayalım, 100 bin TL mortgage 10 yıl boyunca ayda sadece 1.500 TL ödenecek!! Yani 20 yılın sonunda elinde vasat bir evden ötesi yok. Bir de çocuğuna; 20 sene çalışıp vasat bir ev almaya yetecek bir maaş sağlayan iş için yeterli donanımı sağlamış olduk. Ne güzel ama.

Ya da çok daha iyi bir senaryo çizelim. Karı koca evimize 50 bin TL girsin. Aynı mantıkla ayda 20 bin TL biriktirdiğimizi var sayalım. 10 yılda 2,5 milyon TL ediyor. Bu sefer 45 yaşına geldiğimizde Etiler’den 1,5 milyon TL’ye bir daire ve Bodrum’da 1 milyon TL’ye bir yazlık alabiliriz. Ya da Etiler’de güzel bir siteden güzel bir tane daire. Karar bizim; bozdurup bozdurup harcayalım!!

Bir bakıcı ile büyüyecek çocuklar, kaçırdığın hayatın… Bunların bedeli nedir?

Kimse kusura bakmasın statüleriyle, pahalı zevkleri ya da yılın 15-20 güne sıkıştırdıkları hobileriyle kaçırdıkları hayatı yakalamaya çalışanlar, daha doğrusu kendini öyle kandıranlar dışarıdan zavallı görünüyorlar. Bir de süpermenlerimiz var tabii, onlara diyecek lafımız yok!! Onlar hem hobilerinde, hem özel hayatlarında, hem de iş hayatlarında süperlerdir ne de olsa…

Sözün özü biz neyin peşinde koşuyoruz? Yaşadığımız hayatta en iyi ihtimaller gerçekleşse mutlu olacağımıza inanıyor muyuz?

Aslında durup dinlesek hayatımız bizi çağırıyor! Kırsaldan, denizden, uzak diyarlardan, mutfaktan, atölyeden, dağdan… Belki bizi kötü ihtimaller bekliyor gideceğimiz yolda ama bir şey yapmadığımız sürece bizi bekleyen en iyi ihtimal nedir?

Ben geleceği düşünmekten, plan yapmaktan sıkıldım artık. Yolun kendisinden zevk almadığımız sürece hayatta mutlu olmak mümkün değil, yine de zincirlerle bağlıyken herhangi bir yolun zevk vermesi de pek mümkün görünmüyor. Allayıp pulladıkları yol güvenli olabilir, ama bize bir şey vaat etmiyor. Hayattan ne beklediğimizi sormanın tam vaktidir şu an.

Belki düşeriz ama keçilerin patikasına girmenin vakti geldi de geçiyor…

Ne, Sabun mu Yapacaksınız?

2 kez şansımızı yanlış zillerden yana kullandıktan sonra, nihayet Halka Sanat’ın kapısındaydık.(tam da bu noktada boyle bir tecrube aktarımına olanak saglayan istanbul permakültür kollektifini anmak isterim) Geç kalıyor olmanın hafif endişesiyle içeri girdiğimizde, zaten geç kalanları 5-10 dakika bekleyeceğimizi öğreniyoruz ve bir koltuğa kuruluyoruz. Bu arada kah diğer insanları, kah butikte sergilenenleri incelerken, kendimizi festival filmi öncesi fuayede hissediyoruz. Bir beyaz yakalı olarak plazalarda görmeye alışık olmadığımız, ama her festival filmine gittiğimizde fuayede bizi karşılayan pastel renkli elbiseler, pantolonlar, bol bluzler; olmazsa olmaz bir şal ile bütünlenen bir giyim tarzı var malum. Her gittiğimiz Beyoğlu kültür aktivitesinde karşımıza çıkan, hem imrendiğimiz hem de dalgasını geçtiğimiz festival tipi giyim modası diyelim buna isterseniz. Atölye katılımcılarının da genel olarak bu modaya uygun giyinmesi katılımcı profili hakkında genel bir fikir vermişti doğrusu.

Atölyeye liderlik edecek Özgen önce tanışalım dediğinde, doğrusu içimden “Allah’ım 30 kişi teker teker kendini anlatacak, sıkıntıdan bayılacağız” diye geçirdim. Ne var ki, insanlar kendilerini anlattıkça tanışmanın aslında nasıl değerli bir enerji yarattığına bizzat şahit olduğumu söylemeliyim. Kimisi, daha doğrusu çoğu, kimya mühendisi, şehir planlamacısı, öğretmen ya da beyaz yakalı idi. Zeynep gibi hayatına alternatif bir yön vermeyi başarmış olanlar da yok değildi, aramızda yoga eğitmeni de deniz biyoloğu da vardı.

Peki bunca insan neden bir aradaydı? Bir sabun atölyesi için. Kendi çevrenizde sözünü ettiğinizde, size biraz soru dolu ama daha çok anlam veremeyen bakışlarla karşılık verilen bir atölye için 30 kişi toplanmıştı. Tabii, neden sabunumuzu kendimiz üretmeye çalışıyorduk ki? Markette 5 tanesi 5 TL, eğer doğal hatta “organik” istersen de parana kıyıp tanesine 5 TL vereceksin hepsi bu. Bunun için bunca zahmete girmek, gerçekten anlamsızdı. Haksız değildi insanlar, eğer tüketmekten bireysel olarak bıkmadıysan ve üretmeyi sadece parasal karşılığı olan bir şey olarak görüyorsan tabii ki.

640x480_4422yigit-ozgur-huni-karikaturleri49

İnsanlar kendilerini anlatmaya başladıklarında, şahsen öylesine mutlu oldum ki. Evet biz yalnız değildik ve sanırım Zeyneple ikili bir delilik hali yaşamıyorduk. Her hikayesini anlatan bir diğerine güç verdi, her dakika yüzler biraz daha güldü, kişilerin umutları, hayalleri adeta elle tutulur hale geldi. Evet, havalı birer meslek edinmiştik ama biz gerçekten bunu yapmak istiyor muyduk? Hatta cevabını net bir şekilde verebiliriz, istemiyorduk. Kimya mühendisleri fabrikada çalışmak, endüstri mühendisi bankada çalışmak, şehir planlamacısı inşaat şirketinde çalışmak istemiyordu. Haddini aşarak şehirde yaşamak istemediğini bile dile getirdi birçoğu, daha doğrusu çoğu. Azınlık şehirde kalıp hayatını değiştirmek istiyordu. Şu deliliğe bakar mısınız? Hem de köyde falan tarım yapmak istiyorlar, daha yaşın kaç ki senin? Şehirde doğmuş, ellerini hiçbir şeye dokundurmamış bu gençler köyde ne yapabilirdi ki?

İşte biz şehirde doğan ve büyüyen nesil olarak çok sıkıldık. Hiçbir şey üretmemekten, daha doğrusu bilgisayar başında saçma sapan geçirilen zamanların ve plazalardaki ne için yapıldığı belli olmayan toplantıların üretmek olarak önümüze getirilmesine ise hiç tahammülümüz yok. Kendi sabununu yapmaya anlam verilmediği, şehirden kaçma fikrinin önce romantik bir hayal olarak pohpohlandığı ama iş ciddileşince delilik olarak görüldüğü, başka birine hizmet etmenin, sanki beyaz yakalı olarak hizmet etmiyormuşuz gibi, aşağılandığı bir düzen, bir çevre artık bize dar geliyor.

Gençler mutsuz, kimse yaptığı işi sevmiyor. Sadece mecbur olduğu ve bir alternatif üretemediği için yapıyor. Bunu farketmek için 30 kişilik grubun kendini anlatmasına da gerek yok halbuki. İş yerinize bir bakın, kaç kişi mutlu ya da yaptığı işi seviyor? Sadece mutsuzluklarını düzenin kendisinde değil de, işyerinde, yöneticilerinde, aldıkları parada, kaldıkları mesaide arıyorlar. Zaten bu kadar çok insanın ne olduğu anlaşılamayan plaza işlerini sevmesini beklemek çok komik olurdu, dünyada bu kadar farklı iş varken. Gruptan biri kendini anlatırken şu cümleyi kurdu ve beni çok etkiledi: “ Ben 2 yıl önce atıldım, iyi ki de atılmışım. İnsan plazada çalışırken tam anlamıyla bir akvaryumda buluyor kendini ve bunun dışına çıkmayı kesinlikle düşünemiyor bile.”  Bizi daha çocukken ve meslek seçerken bu akvaryuma koyuyorlar ve tüm seçimleri akvaryumun içinde yapıyorsun, aslında neyin içinde olduğunu bilemeden. Sanırım bizim şu an tek yaptığımız, bizi sınırlayan camdan duvarları fark etmiş olmamız.

Kimi şehirde yaşamak ister, kimi kırda. Kimi mühendis olmayı gerçekten ister, kimi ise çiftçi olmayı. Herkesin kırsalda çiftçilik yapmasını beklemek değil yaptığımız, sadece aslında üretiyormuş gibi hissettirip hem kendimizi hem de bu dünyayı tüketmemizi dayatan sisteme karşı çıkmak; en azından kendi adımıza.

Sabun yapmak mı? O hiç de zor değil, dostlardan biraz bilgi aktarımı, biraz sabır, birkaç malzeme hepsi bu. Ama üretmeye başlamak için çok güzel bir başlangıç…

Bereketli Topraklar Üzerinde

Nereye varacağını kesinlikle bilemedeğim bir yazıya başlamış bulunuyorum. Temelinde bir isyan ve serzeniş barındırsa da; önerecek bir şeyi var mı ben de emin değilim. İçinde bulunulan durumu kritik etmek de bir başlangıçtır diyorum ve konuyu bağlıyorum.

“Çukurova’da bahar harikadır

Gök masmavi, kırmızı topraklar yemyeşildir,

Çukurova’nın bereketli toprağına 4 kilo çiğit at, 80 kilo pamuk versin”

Bereketli Topraklar Üzerinde filmi işte böyle başlar. Ne kadar ironik değil mi?  Onca değerli romana, filme konu olmuş bereketli topraklarda; kendine sıfatını bahşeden pamuk şimdi yok. Peki neden?

Cevap basit. Pamuk para etmiyor artık, malum Urfa pamuk tarlalarıyla dolu. Ne var ki, bizim sözümüz pamuğun 3-5 kuruş daha değerlenmesine dair değil. Hala da şehrin simgesi olan pamukla olan tek bağımız kazandırdığı paraymış besbelli. Devir değişti; artık her yer turunçgil ağaçlarıyla dolu… Olmuyorsa mısır ya da soya onlarca yüzlerce dönüm. Peki bunca bereketli toprağa reva görülen bu mudur?

Narın para edeceği söylenir, tüm bahçeler nara çevrilir. 3-5 seneye bir de bakmışsın ortalık nardan geçilmiyor. Bu sefer bir başkası…

Bir sene karpuzlar altın misali değerlenir, ertesi sene tarlada kalır. Ürünün hak ettiğini bulmazsa o toprak istediği kadar bereketli olsun neye yarar?

Yoksa bereketli olmasına bereketlidir toprağımız, yılda 3 ürün alabilirsin tarladan. Kolay bulunur nimet değildir hani.

Peki Çukurova’nın tüm bu bereketi ne oluyor? Nereye gidiyor? Mısırı hayvan yemi oluyor, mandalinası ucuz olduğundan Irak’a , meyvesi sebzesi “düşük kalite” olduğundan kim bilir nereye. Sen bereketli topraklardan, güneşinden, suyundan gerçek anlamda değerli ve özel bir ürün alamadıktan sonra bereketin kime ne yararı var?

20080127_img_2633

İçinde bulunduğumuz sistemin bir sonucu olarak çiftçinin temel kaygısı ürünün niteliğinden ziyade niceliği oluyor. Ne kadar gübre verilsin, otlara ne zaman ilaç atalım, güveye karşı kimyasallar derken ürüne bir dolu kimyasal boca ediliyor. İşin enteresan tarafı ise ben de dahil, hiç kimse de o kimyasalları zararlı, doğal olmayan bir şey olarak görmüyor, doğal döngünün bir parçası gibicesine kullanılıyor. Ne de olsa verimi artırıyor hem de  sağlığa zararlı değil(miş), koskoca kimya endüstrisi yalan söylüyor değil ya?! Sözün özü ilaçlar, kimyasallar turunçgil yetiştirilen en ücra köye dair girmiş durumda.

Diyelim ki; bunca dışarıdan müdahaleyle verimi artırdık. Mutlu muyuz? Hayır, çünkü verimin yüksek olması çiftçi için o kadar da sevindirici olmaz hiçbir zaman, bu verim sadece kendi bahçesiyle sınırlı değilse tabii. Rekolte o sene yüksek ise bu sefer fiyatlar çok düşük olur; yani malınız çok diye sevinemeden cebinize giren paranın azalacağını fark edersiniz. Çünkü, çiftçinin tek şansı yerel tüccarlar, olmadı ihracat yapan şirketlere satmaktır malını.

Dünyada tarım son yüzyılda özünden gittikçe uzaklaşır ve endüstrileşirken, bunun çiftçilere faydası olmadığı açık. Tüketiciye de faydası yok, çünkü yediklerimiz eskisinden daha lezzetli ya da kaliteli değil. Eğer geldiğimiz noktada üreten de, tüketen de zarardaysa peki; bu sürecin kazananı kim?

Söyleyeyim, tekelleşmiş ilaç, petrol, kimya şirketleriyle; biz tüketicilere sürekli daha çok ucuz ve kalitesiz gıdayı tükettiren gıda endüstrisi.

Tam da bu noktada biz ne yapabiliriz? Hala toprakla bağı kopmamış ve bir alternatif olduğuna inananlar ne yapabilir, işte tam da aradığım bu sorunun cevabı.

Dünyada güzel örnekleri görüyoruz, okuyoruz. Peki eğer üreten biz isek elimizi taşın altına koyup, değişime kendi tarlalarımızdan bahçelerimizden neden başlamayalım? Neden o örnekler “Bereketli Topraklar Üzerinde” de kendine yer bulmasın.